19 Kasım 2009 Perşembe

Gölü Görmeden Sandala Binme


Santral operatörü genç kız telefonların çok çaldığından şikayet edip işi bırakıyor. Hem de paraya ihtiyacı olduğu halde… Yaptığı seçim kimilerine göre aptalca, kimilerine göre kahramanca…

Hemen ardından mühendis bir genç, santral operatörlüğü için başvuruyor, aylardır iş aramaktan çaresiz kalmış, her bulduğu ilana başvurur hale gelmiş. Herkes şaşkın, o ise hepimizden şaşkın… Kimi için acı verici, kimi için gurur verici bu çabası…

Ben her şeye rağmen azimli insanları severim, başlangıç noktalarını bazen yanlış yapsalar da, bazı insanlar sahip oldukları bu gayret neticesinde doğru noktaya ulaşırlar… İnancım budur ve ayrıca istisnaların bu kaidemi bozmasına asla müsaade etmeyeceğimdir. Böyle biline.

İşte bizler…

İstediğimiz ya da istemediğiniz işlerde, görevlerde ömrümüzün büyük bir kısmını harcıyoruz. Bu kadar harcanmaya değiyor mu bilmem… Hayal ettiklerimizin birçoğunu yapmaya vakit kalmıyor, para yetmiyor, ömür dayanmıyor… Bazen “Bu kadar çok çalan bir telefona katlanamam” diyen kıza özenmiyor değilim ama benim bakmak zorunda olduğum bir ailem var. Ayrıca en önemli mesele şudur ki, fikirlerini asla sormadan dünyaya getirdiğim iki çocuğa çok iyi bakmak zorundayım. Bu yüzden öyle hemencecik yorulup vazgeçip gidemiyorum ben. Canımdan daha kıymetliler var yaşamımda.

Senelerce çalışıp didinen ve tüm bu didişmenin neticesinde nohut oda, bakla sofa bir ev almayı başarmış insanlar, hastalandıklarında evlerinden oluyorlar bazen… Ne bazeni? Kaç kişiler kim bilir? Tedaviye para yetişmeyince, seneler uçup gidiyor ellerinden, bu sefer sağlıklı, parasız ve evsiz kalıyorlar… Nasıl bir adalet bu? Şu anda yazarken çok sinirlendim. Reha Muhtar gibi yorumlamak istemiyorum bu durumu… Güvencesiz bir hayat yaşıyoruz, her gün meydanlarda muhteşem konuşmalar yapanlara rağmen…

Yıllarını mesleğine verip genel müdür koltuğuna oturmuş adam, sabah kendini kapıda buluveriyor… Hazıra dağ dayanmıyor sonra… Nereden başlayacak tekrar hayata?

Ben deli gibi birikim sigortası yaptırıyorum çocuklara… Cebimdeki son kuruşa kadar biriktirme hastalığına tutuldum… Göç edip gittiğimde ya çok zengin olacaklar ya da benden kalanı hiç de beğenmeyip, kızacaklar. Ne yapalım, elden gelen bu… Zaman zaman kocama “Çocuklara hiçbir şey bırakmayalım, kendileri kazansınlar” diyorum. Bir süre sessizlik oluyor. Çocuklara kayıyor gözümüz, kıyamıyoruz. İnsan dünyayı bırakmak istiyor onlara. Bundan yirmi otuz yıl sonrasının endişesini yaşıyorum. Adalet mi bu? Bu bana yapılmaz!

Kimi boş veriyor birikimi, eğitirim çocuğumu, diploması ile kurtarır hayatını diyor… Artık bana pek gerçekçi gelmiyor bu, işsiz ve umutsuz gezen diplomalıları gördükçe benim de onlar gibi boynum bükülüyor doğrusu…

Yine de hepimiz bir yol tutturmuş gidiyoruz… Kimi nereye gideceğini başından biliyor, kimi kısmette ne varsa görmek istiyor, kimi her gördüğü sokağa giriyor…
Kimi gelecek ayın kirasının peşinde, kimi bir ayda kazandığını bir gecede harcayacak kadar sıkılmış artık düşünmekten, kimi on beş yıl sonrayı garanti etmenin yollarını aramakta…

Hak vermemek elde değil. Eskiden ev ekonomisi dersi vardı, hala var mı bilmiyorum, o dersin öğretmenleri gibi anlatmak niyetinde değilim ancak kendimi tutamadığım için bir şey demek istiyorum; damlaya damlaya göl oluyor tamam da, o göllerde boğuluyoruz sonra… Ya da gölü göremeden sandala binip gidiyoruz… Adalet mi şimdi bu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder